Merhaba dünya!

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

MÜTHİŞ BİR HİDAYET ÖYKÜSÜ

Romanya’da yaşayan Gülcan Sadullah, Meryem Hanım Müslüman olduktan sonra sık sık onu ziyarete geliyor. Türk asıllı Romanya vatandaşı Gülcan Sadullah, Meryem Hanımla tanıştıktan sonra onu ziyarete geldiğini söyledi. Müslüman olduktan sonra Cengiz Kandilci ile evlenen Meryem Hanım, ibretlerle dolu hidayet öyküsünü Vakit gazetesinden Kemal Gümüş’e anlattı.

Meryem Kandilci: “Her akşam eve giderken mutlaka yedek bir başörtüsü alırdım. Çünkü içeri girer girmez annem başımdaki örtüyü alır parçalardı, ben de yedeği yastığın altına saklar, sabah işe giderken merdivenlerde takardım.” “Türkiye’de, halkı hemen hemen tamamen Müslüman olan bir ülkede, başörtülü Müslüman kızların kamu kurumlarından mahrum bırakıldığını öğrendiğimde inanamamıştım. Olacak şey değil, herkes Müslüman, hatta Allah’ın emri olan başörtüsünü yasaklayanlar bile ‘Müslümanım’ diyorlar.”

Lavinia Maria Kojekaru, bundan 6 yıl önce bir aylık tatil için Türkiye’ye geldi. Liseyi henüz bitirmiş koyu bir Ortodoks Hıristiyan ailenin tek çocuğu olan Lavinia Maria, lise yıllarında çelişkilerle dolu inancını sorgulamaya başladı. Okulda hocalarına kilisede papazlara sürekli sorular soran; ancak aradığı cevabı bir türlü alamayan Lavinia’nın ısrarlı soruları üzerine Papazın bir gün “Kızım senin aradıkların İslâm’da var” demesiyle hayatı da yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Uzun bir arayıştan sonra aradığını bulup Müslüman olan Maria’nın çilesi de bundan sonra başlıyor. Annesi tarafından günlerce dövülüyor, her gün başındaki örtü yırtılıyor, üniversite okumak istiyor, engelleniyor… İşte Müslüman olduktan sonra ismini Meryem olarak değiştiren ve bir Türk ile evlenen Meryem Kandilci’nin müthiş hidayet öyküsü…

İslâm’la tanışma serüveniniz nasıl başladı? Ne zaman ve neden İslâm’ı seçtiniz?

6 yıl önce Türkiye’ye geldim. Geldikten 6 ay sonra Müslüman olmaya karar verdim. Daha Romanya’dayken İslâm’ı araştırmaya başlamıştım. Ailem koyu Ortodoks Hıristiyan’dır. Ailemden iki papaz var. Ailem dinine çok bağlı, ben de Hıristiyanlığa çok bağlıydım. Ancak yaşım ilerledikçe inancımı sorgulamaya başladım, lisede din hocamıza sürekli soru sorardım; ancak hiçbir zaman beni tatmin edici bir cevap bulamazdım. Mesela biyoloji dersimizde Darvinizm anlatılıyordu; ancak Hıristiyanlıkta da Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’dan bahsediliyordu ve bunlar birbirleriyle tamamen çelişiyordu. Bu çelişkileri hocamıza sürekli sorardım, o da hiçbir zaman cevap veremezdi.

Sadece Darvinizm ve Hırisyanlıktaki cevapsız sorular üzerine mi inancınızı sorgulamaya başladınız, yoksa başka nedenler de mi vardı?

Elbette ki sadece bunlar tek değildi. Bir sürü soru ve çıkmaz vardı. Bakın İslâm dininde tek bir kitap var. Dünyanın neresine giderseniz gidin, sadece bir Kur’an var. Tek bir kelimesi ve harfi bile farklı değil. Ama Hıristiyanlıkta birçok İncil var. Dört İncil’in dördü de birbirini tutmuyor. Her biri farklıydı, hatta ayetten ayete bile farklılıklar vardı. Aynı ayet bir İncil’de farklı bir anlam verirken, başka bir İncil’de bambaşka bir anlam verebiliyordu. Bu da kafamı karıştırıyordu. Bir gün papaza bazı sorular sordum, papaz efendi bana cevap veremeyince, ‘Kızım git, senin aradığın cevaplar İslâm’da var’ demişti. Çok şaşırmış ve papazın şaka yaptığını sanmıştım.

İSLÂM’LA, RAMAZAN AYINDA DAVUL SESLERİYLE TANIŞTIM

Peki sonra…

Annem 16 yıldan beri Türkiye’de yaşıyordu. O zaman annemin bir sözü vardı, liseyi başarıyla bitirirsem, bana Türkiye’de bir aylık tatil sözü vermişti. Türkiye’ye geldim, geldiğim ay Ramazan ayıydı. İlk gece çok korkmuştum. Gece saat 3, sokakta penceremizin hemen önünde büyük bir gürültüyle davul çalıyordu. Korkuyla yataktan fırladım. Savaş ya da deprem olduğunu sandım. Çünkü annem 99 depreminde buradaydı ve olanları anlatmıştı. O gece annem bana Ramazan’ın ne olduğunu anlattı. Tatilden sonra burada kalmak istedim ve bir firmada işe başladım. Çalıştığım işyerinin sahipleri inançlı insanlardı. Namaz kılar ve Cumalarını hiç kaçırmazlardı. O dönemde ben İslâm’ı daha çok araştırma ihtiyacı hissettim. Ancak kimseye bir şey söylemedim ve Romanya’dayken Tayyibe isimli İslâmî bir vakıf olduğunu biliyordum. Hemen internetten o vakfa ulaşmaya çalıştım. Orayı aradım ve Huda hanımla konuştum, ona İslâm’la ilgili Romanya’ca İslâmî kitaplar istedim. Ancak o zaman ihtiyacım olan tek şey Kur’an’dı ve ben ona ulaşmaya çalışıyordum. Sahaflar çarşısına gittim, kitapçıları gezdim ama bulamadım. Sonra nasıl kapanacağımı bilemiyordum. İslâmî nasıl yaşayacağımı, ne şekilde ibadet edeceğimi bilemiyordum. İnternetten baya araştırdım ve 25 Temmuz günü bu tarihi hiç unutmuyorum, maaşımı alır almaz Merter’e koştum. O gün iki tunik ve başörtüsü almıştım, hâlâ da duruyor. İnşallah onları torunlarımın torunlarına bırakacağım. O günden sonra örtündüm ve bir daha başımı açmadım.

TÜRKİYE HALKI MÜSLÜMAN OLDUĞU İÇİN ÇOK ŞANSLI

Müslüman olduktan sonra Türkiye’deki Müslümanlarla diyaloglarınız nasıl gelişti?

Aslında Türkiye halkı çok şanslı, Müslüman olarak doğuyor ve Müslüman olarak Müslümanlar arasında büyüyorlar; ama birçok kimse maalesef burada dinlerinin kıymetini bilmiyorlar. Mesela başörtüsü Allah’ın bize verdiği çok güzel bir kıymet ve hediyedir. Ancak burada başörtüsüne çok baskı var, bu çok üzücü. Türkiye de halkı hemen hemen tamamen Müslüman olan bir ülkede başörtülü Müslüman kızların kamu kurumlarından mahrum bırakıldığını öğrendiğimde inanamamıştım. Olacak şey değil, herkes Müslüman, hatta Allah’ın emri olan başörtüsünü yasaklayanlar bile ‘Müslümanım..’ diyorlar.

HER AKŞAM YEDEK BİR BAŞÖRTÜSÜYLE EVE GİDERDİM

Müslüman olduktan sonra ailenizle olan ilişkileriniz nasıl oldu?

Annem önceleri oyun oynadığımı sandı. Türkiye’ye gelip özendiğimi sandı. Günler sonra ciddi olduğumu anlayınca çok sert tepki gösterdi. Beni Romanya’ya göndermekle tehdit etti. Defalarca dövdü. Başörtümü defalarca parçaladı. Sırf başörtümü yırtmasın diye her sabah annem uyanmadan önce evden çıkar işe giderdim. Her sabah saat 6’da işe giderdim, herkesten önce orada olurdum, iş arkadaşlarım ‘Maşallah ne kadar çalışkansın..’ diyorlardı; ama kimse evde neler yaşadığımı bilmiyordu. Her akşam eve giderken mutlaka yedek bir başörtüsü alırdım. Çünkü içeri girer girmez annem başımdaki örtüyü alır parçalardı, ben de yedeği yastığın altına saklar, sabah işe giderken merdivenlerde takardım.

Bu sıkıntılarınız ne kadar sürdü?

Evlenip annemden ayrılana kadar bu böyle sürdü. Annem çok koyu bir Ortodoks’tur. Hâlâ Türkiye’de ve her hafta kiliseye gider papazlarla görüşür, Hıristiyanlık için elinden gelen çalışmayı yapar. Bazen görüşüyoruz. Ama maalesef aradan 6 yıl geçmesine rağmen, hâlâ yumuşamadı. Başörtüm konusunda çok rahatsız oluyor. Yani ona göre komşunun kızı Müslüman olabilirdi ama onun kızı asla Müslüman olmamalıydı. Ona göre Hıristiyanlığın neyi eksik ki; İslâm’ı seçmişim… Çok sıkıntı çektim. Şu anda Tayyibe Vakfı’nın Türkiye temsilcisiyim ve yeni Müslüman olmuş kardeşlerime yardımcı olmaya çalışıyorum.

EN SEVDİKLERİM BANA YÜZ ÇEVİRDİ

Peki, Müslüman olduktan sonra Romanya’ya gittiniz mi?

Evet, üç sene sonra gittim. Şehir olarak oturduğumuz bölge Hıristiyan Ortodoksların yoğun olduğu bir yer. Babaannem ve dedem çok şaşırmışlardı, çok üzüldüler. Beni yıllar sonra görmelerine rağmen hoş geldin bile demeden bana ‘Bu başındaki de ne..’ dediler. Anneannem ‘Bunu çıkart, nasılsa yabancı yer, kimse yok, herkes akraban..’ diyerek beni ikna etmeye çalıştı. Anneannem 9 aylıkken beni alıp büyüttü. Üzerimde çok hakkı vardı, onu asla üzmek istemezdim. Oda örtünüyordu ve asla açık giyinmezdi. Babaannem de çok üzülüyordu. Bir gün kilisede ayin yaptırdı ve benim tekrar Hıristiyan olmam için dua yaptılar. O gün dedem papaza ‘Ah bu kız yüzünden başımı kaldıramıyorum’ demiş, papaz da ona ‘Merak etme, İslâm da güzel bir dindir, için rahat olsun..’ demiş. En sevdiğim insanlar bana yüz çevirdi. Ama onlara eğer sizle Allah arasında seçim yapmamı istiyorsanız, şüpheniz olmasın ki ben Allah’ı seçtim dedim

EN SEVDİKLERİM BANA YÜZ ÇEVİRDİ

Biraz önce Müslüman olmaya karar verdiğiniz dönemde Romence Kur’an bulamadığınızı söylediniz, sonra nasıl oldu, bulabildiniz mi?

Allah’a şükür bulabildim… İşyerimize Vakit gazetesi getiren 60 yaşlarında bir amca vardı. Çok iyi bir insandı, ona sordum, “Bana Romence bir Kur’an bulabilir misiniz..” diye o da çok sevindi ve bana ‘Ben bir gazeteye gidip bakayım, inşallah bulabilirim’ dedi ve Elhamdülillah birkaç gün sonra elinde Romence Kur’an-ı Kerim’le geldi. O gün en mutlu günümdü ve her gün Kur’an-ı okumaya başladım, en sevdiğim kitabım oldu o Kur’an. En sevdiğim kitaplarımı bile bu kadar çabuk okuduğumu hatırlamıyorum. Çünkü okudukça kendimi buluyordum ve hâlâ da okudukça kendimi müthiş huzurlu hissediyorum. Asker bana ‘Başını aç..’ dedi dünyam yıkıldı

Örtünüzden dolayı herhangi bir sorun yaşadınız mı?

Maalesef birkaç sefer ben de bu tuhaf yasakla karşılaştım. Müslüman olduktan sonra Türkiye’yi daha yakından tanımak için tarihi yerleri ve müzeleri gezmeye başlamıştım. Bir gün Yeşilköy’de askerî hava müzesine gittim. Orada kapıdaki bir asker beni içeri girerken durdurdu; “Giremezsiniz, başörtünüz var ya; onu çıkartın, ya da tavşankulağı gibi bağlayın. Kusura bakmayın abla, ben de senin gibi düşünüyorum, ben askerim, bana öyle emrettiler, yoksa bu şekilde gezmenizi çok isterdim” dedi. O gün karşılaştığım ilk yasak buydu. Bu benim inancımdı ve büyük bir hayâl kırıklığı yaşamıştım. O gün kendimi aşağılanmış hissettim, sanki benden bir parça kopmuştu. Yine üniversite okumak istedim; ancak örtülü olduğum için olmadı. Onlar okumamızı engelliyor diye de pes etmemeliyiz, onlar cahil kalmamızı istiyorlar. Romanya’da üniversiteye kayıt yaptırdım; ancak evlendikten sonra biraz da maddi sıkıntılar sebebiyle gidemedim. Burada okumak istedim, notlarım çok yüksek olmasına rağmen okuyamadım. Bu sene Marmara Üniversitesi’ne başvurdum, beni kabul ettiler; ancak başörtülü öğrenci kabul etmediklerini öğrendim ve gidemedim.

İSLÂMİYYÂT içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Millî Sinema, Türkân Şoray ve Yücel Çakmaklı

Hidayeti ve Rabbine imanla kavuşması için çocukluğumdan beri dua ettiğim Türkân Hanım için yayımlıyorum bu yazıyı.

 

Lütfen siz de dua ediniz. Belki birimizin duası kabul olunur da cennete girmesine vesile olur bu hassas ruhlu, çevresinin kurbanı olmuş, değerli hanımefendinin hidayeti…

 

Kıyamet günü ben bu olaya (Türkân Hanımın ağlamasına, pişmanlığına, onu mahvedenlerin varlığına) şahit olacağım. Siz de şahit olun. Bir kişi bir kişidir.

 

 

NAMAZ SAHNESİNDE HIÇKIRARAK AĞLADI

 

Yeni Şafak Gazetesi Pazar Eki’ndeki yazısında Harun Tokak, Birleşen Yollar filminde Şule Yüksel Şenler ile Türkan Şoray’ın arasında geçen olayı ve Yücel Çakmaklı’nın Türk sinemasındaki katkılarını yazdı.

 

İŞTE O YAZI:

 

Birleşen Yollar

 

Gün ortası… Görkemli ahşap konak derin bir sessizliğe gömülür.

 

Bir kadın, konağın odasında nurdan erişilmez bir abide gibi durmuş, başında beyaz başörtüsüyle namaz kılmaktadır.

 

Huzur doludur yüreği…

 

Öyle bir âlem içinde ki… Sanki gönlünde her dem taze baharlar büyüyor.

 

Gözlerini yummuş, ışıklı yağmurlarda yıkanmaktadır.

 

Yeryüzü aydınlık bir atlas, toprak her şeyi şefkatle bağrına basan bir anne gibi durmaktadır karşısında.

 

“Sular, aşk ve vuslat şarkılarıyla sonsuzun nağmelerini duyuran bir çağıltı ile akmakta, dağlar o heybetli halleriyle, ovalar, o mütevazi duruşlarıyla, bağlar, bahçeler de o rengarenk güzellikleriyle tebessümler yağdırmaktadır.”

 

Siyah gözleriyle, bütün eşyayı bir sevgi şöleni gibi seyrediyor, bir sevgi armonisinden güftesiz besteler dinliyordu.

 

Birleşen Yollar’ın tam ortasında ışıktan bir helezonun içinde nurdan bir melek gibi duruyor.

 

Göğsüne bağladığı elinin altından, gönül yamaçlarına doğru ılık ve tatlı bir esintinin gezintiye çıktığını fark eder.

 

Sanki sevdiği birisiyle el ele tutuşmuşlar, aydınlık yamaçlarda sonsuz bir ufka doğru yürüyorlar…

 

Rol icabı da olsa o ilk namaz, gurbetten dönen evladını şefkatle bağrına basan bir ana gibi basmıştır bağrına onu.

 

Secdeye vardığında, seccadenin sıcak busesini, güzel ve geniş alnında hissedince daha fazla dayanamaz ve bırakır kendisini.

 

Bir sessiz çığlık kopar koca konaktan, kimsenin duymayacağı, kimseye duyurulamayan bir feryattır bu…

 

* * *

 

1970’ler…

 

Köylerinden, kasabalarından kopup gelen binlerce çocuk gibi biz de okumak için ağabeyimle birlikte şehre gelmiştik.

 

Ayağımızda, lastik ayakkabılar ve süvarilik vurulmuş yamalı pantolonlar…

 

Babam, bazı günler köyden saman getirir, satmak için de, at arabasıyla sokak sokak dolaşırdı.

 

Okul harçlığımızı alabilmek için yazın o sıcakta saman tozlarının başımızı gözümüzü okşadığı arabanın peşinden gittiğimiz günler, gözümün önünden hiç gitmiyor.

 

Ağabeyimle kitapları çok severdik. Ama o yıllarda okuyacak kitap bulmak da, almak da meseleydi.

 

Kitapçılara gidiyor, taze çıkmış bir kitap gördüğümüz zaman, yeni doğmuş sevimli bir kuş yavrusu gibi avucumuzun içine alıyor, okşuyor ve derin bir iç geçirerek tekrar yerine bırakıyorduk.

 

“Minyeli Abdullah” yeni çıkmıştı. Elden ele dolaşıyordu.

 

Ardından, giyimi, kuşamı, duruşu ve etkileyici konuşmaları ile milyonları peşinden sürükleyen efsane kadın Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı.

 

Sonra da Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa’sı, arka arkaya geldi.

 

Milli kültürümüze ait bu ilk romanlar, benim gibi kırsal kesim çocuklarının kültür kimliğinin oluşmasında son derece etkili olmuş, binlerce genci âraftan kurtarmıştı.

 

Yürümek zorunda olduğumuz yollarda karanlığa yakılmış ışık gibiydiler.

 

Huzur Sokağı romanındaki Bilal ve Feyza, çağımızın Leyla ile Mecnunu gibiydi.

 

Onu okuyan genç kızlarımızın amacı, sadece Feyza gibi idealist bir kadın olmak değildi ; aynı zamanda Bilal gibi idealist bir genç arıyorlardı.

 

Delikanlılar ise hem Bilal gibi dindar ve idealist bir genç olmak istiyor hem de Feyza’nın şahsında hayallerindeki Leyla’nın peşinden koşuyorlardı.

 

1970’de Huzur Sokağı , “Birleşen Yollar” adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Dindar kesim sinemalara koştu.

 

O yıllarda, şimdiki gibi, Kurtlar Vadisi’ndeki Ömer Baba ya da Ekmek Teknesi’ndeki Nusret Baba gibi dindar ve bilge insanları sinemada görmek imkansızdı.

 

Türk sinemasının din ve dindarla problemi vardı. Sinema tam da beslenebileceği kökleri kurutacak kadar ideolojikti.

 

Birleşen Yollar’la, dindar kesimin sinemayla yolları birleşmiş, küskün yıllar geride kalmıştı. Hâsılı Türk Sineması birkaç gün önce sessiz sedasız Hakk’a yürüyen Yücel Çakmaklı’nın Birleşen Yolları’yla yeni bir dönme girmiş ve milli sinema günleri başlamıştı.

 

Birleşen Yollar’ın bende zamanla gençliğime dair bir nostaljiye dönen hatırası, yıllar sonra bir gün filmin perde arkasını öğrenmemle tamamlanmıştır.

 

Bir gece televizyonu açtığımda ekranda konuşan, Şule Yüksel Şenler’dir…

 

“Birleşen Yollar”daki namaz sahnesini anlatıyor…

 

“Çekim sırasında da Türkan Şoray’la birlikteyiz. Duygularında da çok güzel gelişmeler oldu. Fakat bunların doruk noktası namaz sahnesindeydi;

 

Feyza’nın hidayet sahnesi…

 

Ellerimle örttüm başını, namazı nasıl kılacağını tarif ettim. Bir hayli çalıştıktan sonra namaz sahnesi çekimi başladı.

 

Seccadesini seriyor ve namaz kılıyor… Büyük bir ahşap konakta çekiliyordu film. Tam Tahiyyat’a oturduğu sırada kamerada bozukluk oldu. Rejisör:

 

‘Hiç yerinizden kıpırdamayın, hemen devam edeceğiz.’ dedi.

 

Ortada sessizlik…

 

Türkan Hanım, namazı bıraktı; yan olarak oturdu.

 

Öyle bir âlem içinde ki… Etrafında kimseyi görmüyor;

 

‘Şule Hanım, Şule Hanım… Nerdesiniz?’ dedi.

 

Hani âmâ bir insan el yordamıyla oturacağı yeri arar ya aynen öyle. Türkan Hanım bir şey mi oldu dedim. Baktım siyah gözlerinde yaşlar irileşmişti.

 

‘Şule Hanım namazın rol icabı olanı insanı bu kadar etkilerse ya…’

 

Sözlerinin sonunu getiremedi,

 

‘Size yapamam, diyordum ama nasıl olacak bu? Bu halimle nasıl namaz kılacağım’

 

Birden fenalaştı ve:

 

‘Şule Hanım çok rica ediyorum. Herkes dışarı çıksın.’

 

Hepimiz dışarı çıkıp kapıyı kapattık. Gazeteciler de yanımızda, herkes ne olacağını merak ediyor.

 

İçerden, önce yavaş yavaş hıçkırık sesleri… Daha sonra; .

 

“Anneeeem..’diye bir feryat. Koca konak inledi.

 

‘Annem, önümde bu nurlu yollar varken, … mahşerde iki elim yakandadır annem…’

 

Hıçkırıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyor. Düşünebiliyor musunuz? Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir müddet sessizlikten sonra kapı açıldı. Gözleri şiş şiş…

 

‘Türkan Hanım, isterseniz gelin, bir saat dinlenin, sonra devam ederiz ‘dediler.

 

‘Hayır, lütfen, devam edemeyeceğim. Ben birazdan giyinip geliyorum.’dedi ve içeri girdi. Çıkarken, daha önce hacdan gelip ona hediye ettiğim büyük şalı başına örtmüş, dolamış, yanıma geldi.

 

Yalvaran gözlerle karşımda durup:

 

‘Şule Hanım, bakın, rica ediyorum, bugün hiç değilse karşıya geçene kadar beraber olalım.’ Ellerimden tutarak;

 

‘Şule Hanım, size yalvarıyorum, hiç değilse Karaköy’e kadar…’

 

 

“Tamam” dedim ve arabaya bindik. Başını sağ omzuma koydu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ellerimi tutarak:

 

“Şule Hanım, biliyor musunuz ne kadar duyguluyum. Aslında Feyza benim… Feyza benim ancak sesimi hiçbir yere duyuramıyorum, duyuramam da…”

 

Gönüllerde yer eden insanların, yüreklerinden kopup gelen bir sesleri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu hatıra da bu düşüncemi destekliyor. İster istemez düşünüyorum, gökkubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses, insan sesidir.

 

İnsanın kendi sesi…

 

Öyle ki her zaman hançereden çıkmaz, her zaman fonetik değildir ve en çok da o zaman ulaşır kendine ve diğerlerine.

 

O zaman sadâlaşır, o zaman gür ormanların uğultusu gibi sayhalaşır ve o zaman gökkubbede bakileşir.

 

Tıpkı tabutunu başbakanların taşıdığı, büyük usta Yücel Çakmaklı’nın sessizce aramızdan ayrılmasına rağmen, geride hoş bir sadâ bırakan “çok sesli ölümü” gibi.

 

30.08.2009

 

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Diyalog Gazetecilik San. ve Tic. Ltd. Şti.’ne aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan köşe yazısı/habere aktif link verilerek kullanılabilir.

http://yenisafak.com.tr/Gundem/Default.aspx?t=30.08.2009&c=1&area=4&i=208173

 

Not: Yücel Çakmaklı Beyin ruhuna el-Fatiha…

Düşünce içinde yayınlandı | Yorum bırakın

6-7 Eylül Olayları

Dikkatinizi çekti mi bilmem.
Son günlerde bir filmden, "Güz Sancısı" filminden, yola çıkarak azınlıkların Türkiye’de ne sıkıntılar çektiğinden (!) dem vuruluyor. Olabilir, bir-iki sıkıntı yaşamış olabilirler. 
Ne oluyor da mal bulmuş mağribi gibi üşüşüyorlar bunun üstüne acaba bizim tarafsızzz (!!!!!!!) medya?

Ermenilerden "özür" dileyen, aşağılık komplekslilerin işi mi acaba diye düşünmüyor değilim.
Ya da Türkiye’nin imajını zedelemek isteyenler mi var?
Ya da o olayların acısını dile getirmek isteyen mağdurların yakınları mı çektirdi filmi?
O olaylar ne için, hangi amaca hizmetle çıkarılmışsa aynı iş tekrar ısıtılmıyor mu sizce de?
Malûm, Türkler unutkandır. Aynı delikten iki kere sokulacak kadar (!) hem de.
O dönemde kimler, ne için tezgâhlamıştı bu olayları?
Araştırılmalı.
Aydınlatılmalı.
Devir değişti.
10 yıl öncesinde konuşulamayan şeyler konuşulur oldu artık.
Artık herkes, her şeyi konuşur oldu.
E biz de konuşalım artık 90 senedir ne çektiğimizi…
Umarım Müslümanların bu ülkede neler çektiğine dair de filmler yapan yönetmenler çıkar ülkemde.
Çemberimde Gül Oya, Hatırla Sevgili ne denli tesirli oldu solcuları tanımamıza değil mi?
Bizim uzaylı olmadığımızı gösterecek yönetmenler mutlaka çıkmalı mahzûn ve garîb ülkemde.

Sinemanın da bir silah gibi kullanıldığını ne zaman öğrenecek bizim metroseksüel Müslüman zenginlerimiz acaba?
Mustafa Akkad vakt-i zamanında Türkiye’ye gelmiş ve İstanbul’da bir film merkezi kurmak istemişti Hollwood’a alternatif.
Fatih Sultan Mehmed’in ve Harun Reşid’in filmini çekmek istemişti. Yüz verilmedi adamcağıza. Göçtü, gitti dâr-ı bekâya…

Çağrı filmini -hani o 1976 yılında yapılan ve her Ramazan seyrettiğimiz, hataları olmasına rağmen bu alanda çekilmiş ses getiren tek film- Suud hükümeti finanse ediyordu. Sonra vazgeçtiler. Film yarıda kalmışken Kaddafi sponsor oldu da film bitti. Libya çöllerinde Mekke sahnesi kuruldu. Kaddafi sosyalist falan ama duruşu olan bir adam.

Suudî yönetiminden böyle bir duruş (!) beklemek safdillik olur, farkındayım. Gazze meselesinde gördük duruşlarını (!). Eylem yapmayı bile yasakladılar.

Peki bizim zengin Müslümanlar neden böyle bir çalışmaya girmez? Hem kârlı bir iş. İyi bir yatırım. Hintliler bile uyduruk, bol şarkılı, danslı filmleri için Bollywood’u kurmuşken biz neden kurmayız alternatif film stüdyolarını?

Heeeeeeey, zengin Müslümanlar!
Bırakın bilmem kaç yıldızlı, altın odalı otellerde tatil yapmayı!..

Elin oğlu malı götürüyor.
Sizin çocuklarınızı filmleri ve sahte kahramanlarıyla zehirliyorlar.
Uyanın ve bakın etrafınıza!
O mal mülk size emanet!
Siz kazanmadınız, Allah denemek için verdi!
Ve sorar hesabını!
Allah için bir şeyler yapın.
Hem kâr edin iki dünyada da hem adınızı tarihe yazdırın…

Bizim Mustafa Akkad’larımız neden olmaz merak ederim. Bizim çocuklarımız ille de sırtını devlete dayayacak, memur olacak, öğretmen olacak öyle mi? 200 yıldır böyle.
Zihinler değişmeli dostlar. Çağ değişiyor. zihinlerde deprem olmalı ve çağın silahıyla silahlanmalı. Şu devirde sinema, medya neye kime hizmet ediyor? Bir bakın etrafınıza. Filmleri bir de bu gözle izleyin n’olur!
Çocuklarımızın yeteneği varsa bırakalım yönetmen olsunlar, İletişim okusunlar.
Bu kadar maddiyatçı düşünmeyelim n’olur!
Dava eri yetiştirelim n’olur…
Bir davamız varsa tabi…

Not:
6-7 Eylül Olaylarını merak edenler için aşağıdaki iki link yeterli bilgiyi hâizdir:

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=735543&title=67-eylul-devletin-muhtesem-orgutlenmesi

http://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1

Düşünce içinde yayınlandı | Yorum bırakın

ŞAMİLE

Şamile programını ayrı ve her bir kitabı tek tek seçerek, görerek indirecekseniz;
www.islamport.com. Sitenin alt tarafındaki linkten kitap kategorilerin bulunduğu bölüme ulaşabilirsiniz. (hîzâne bölümü)
Resmî olarak da http://www.shamela.ws/ sitesine başvurabilirsiniz.
Kitaplar içinde yayınlandı | Yorum bırakın

KANA DOYDUN MU EY SAMİRİ!

KANA DOYDUN MU EY SAMİRİ!

Abdurrahman DİLİPAK | Haber Vakti

18 Ocak 2009 Pazar 20.25

 

Seni Yakub’un ve Musa’nın adı ile anmak istemiyorum.

Senin adın ancak Samiri olabilir!

Sormak istiyorum ey Kasap Samiri!

Kana doydun mu?

Yoksa alerji mi yaptı bebek kanı?

Ha! Kızılderili kanı, Kara derili kanı, Sarı derililerin kanı ile tatları farklı mı?

 

Hani Dostların, aynı kanlı mirası paylaştığın koruyucularının iştihaları daha büyüktü…

Boxer isyanında Çin’de 1 Milyon insan! 4 büyük ırktan biri olan Kızılderililerin neredeyse kökünü kuruttunuz.

Koskoca Afrika kıtasını köleleştirdiniz…

Köleleştirdiğiniz Afrikalıları Avrupa’ya, Amerika’ya ihraç ettiğiniz liman şehrine ne ad koymuştunuz? “Liberya” değil mi! Özgürlük kapısı!

İşte siz busunuz! Zenginliğiniz, soyguncu bir halkın zenginliği. Sizin zenginliğiniz milletlerin yoksulluğu kadar büyük!

 

Sizin siyasi sponsorunuz kimdi? İngiltere değil mi? “Bir damla kan, bir damla petrol” hesabı yani!

Ha! Sahi Aborijin bebeklerinin kanı nasıldı…

Çabuk yoruldun.

Korktun mu yoksa…

Midene kramp mı girdi…

Vicdanın kanamış olamaz…

Cehennemine odun taşımaya devam et ey Samiri…

 

Yurdun fahişelerin yurduna döndü… Sen pis bir sömürücüsün… Kendi kutsalına ihanet ettin… Yasağı çiğnedin… Suç işledin… Lanet olsun sana… Atam İbrahim’in, Peygamberim İshak’ın, Yakub’un, Musa’nın, Davud’un, Süleyman’ın laneti senin üzerine olsun…

Muhammed ümmetinin laneti seni bulacak…

 

Ey Samiri!

Gazzeli çocuğun sapanı Davud’un sapanıdır.

Senin ordun Calud’un ordusu.

Onun sapanındaki taş, Musa aleyhisselamın Tur’dan getirdiği taştır.

İbrahim’in şeytana attığı taştır, O taş Gazzeli çocukların yüreklerinde taşıdıkları, fil ordusunu yok eden Ebabil kuşlarının ayaklarında taşıdıkları taştır…

 

Gazzeli şehid çocukların kanı ne mübarek bir kanmış ki, bizi diriltti ve vahdeti sağladı… Duaya ve tövbeye yöneltti bizleri…

Gözyaşlarımızla arındık…

Gazze direnişi dünyanın Samiri vahşetine karşı gözlerini açtı… Samiri ülkesinin çirkin yüzünü gösterdi dünyaya.

 

Sadece Samiriyye değil, tüm dünyadaki işbirlikçi zalimlerin, bu vahşet karşısındaki sessizliği kendi halklarının gözünde küçük düşürdü onları.

 

İslam ümmeti Samirilerle birlikte Samiri dostlarını da lanetledi…

Bana göre Gazze direnişindeki israilin evdeki hesabı çarşıya uymadı.

Direnişi kırmadılar.

israille birlikte, El-Fetih de, Mısır da, Ürdün yönetimi ve daha birçok hükümet de kaybettiler…

Haksızlıklar karşısında susarak israilin işbirlikçisi ve suç ortağı oldular…

 

Tam da Kerbela günü vurdun Gazze’yi…

Tam da Zulüm diyarından, esenlikler yurduna göçen Resul’ün hicretine denk geldi.

 

Ve tam 22 günde biz zilletten Hürriyete hicret ettik…

Gazzeli çocukların kanı, yanan yıkılan Gazze’nin göklerindeki parlak ışıklar yolumuzu aydınlatan çerağ oldu…

 

Mekerallah!

Kazdığınız çukura düştünüz…

Ne planlar yapmıştınız…

Hepsi boşa çıktı…

 

Şimdi ateşkes ha!

Vur vur, sonra “ateşkes” diye kaç…

Şart dayat, itiraz edince de, yine saldır…

Ateş kes diye bizi zillete boyun eğdirmeye çalış…

Kendi askeri orada dururken, Gazzeli Müslümanlar eli böğründe ölümü bekleyemez.

Gazze halkı bu zillete razı olamaz.

Karşı çıkınca tekrar suçlu düşürüleceği duruma razı olamaz…

Bu ateşkes değil hile dolu bir tuzaktır…

Bunu herkese ve dünyaya anlatmamız gerek…

 

Gazzelilerin ilk sözü Allahu Ekber, son sözü Lailahe illallah!

 

Ey Samiri bu sözü duymadın mı?

Bize boyun eğdiremeyeceksiniz…

Bizim İlahımız ve Rabbimiz sen/siz değilsiniz. Bizim Rabbimiz ve ilahımız Allah’tır…

 

Gazze halkı ateşkesi reddediyor!

 

Bu bir barış planı değil, bir oyun…

Yarın çıkıp ”Ben ateşkes istedim, onlar saldırdılar, saldırgan taraf onlar, ben ne yapayım.” diyeceksin.

 

Önce Ambargo kalkacak.

Kapılar açılacak….

Sonra işgal ettiğin topraklardan geri çekileceksin…

Ardından bu katliamı için özür dileyecek ve tazminat ödemeyi kabul edeceksin…

Bu bir savaş filan değildi…

Silahsız bir halka karşı, vahşi hayvanlardan daha beter bir vahşet uygulaması idi…

Bu cinayeti emredenler cezalandırılacak ve sonra şartsız olarak insanca bir barış için görüşmelere başlayabiliriz…

 

Ey Samiri, siz o topraklara hâkimken oraya İsevileri sokmadınız, Onlar katlettiniz. Sonra onlar geldiler, sizi kovdular, sürgüne gönderdiler…

Ağlama duvarını çöplük yaptılar.

Ardından biz geldik…

O topraklara hâkim değil, hâdim olduk! Herkes geldi…

Adaletle, barış içinde, her inanç topluluğu bir arada ibadetlerini yaptılar. Herkesin malı, canı, namusu, aklı, inancı ve nesli koruma altına alındı…

Siz mahzun olmayasınız, Müslümanların adaleti konusunda şüpheye kapılmayasınız diye, ortak bir kelime bulduk ve “La İlahe İllallah, Muhammedü’r-Rasulullah” yerine, “Lailahe İllallah, İbrahim Halilullah” yazdık Kudüs’ü çevreleyen surun kitabesine…

İspanya’dan sürgüne gönderildiğinizde size kapılarını açan yine bizdik…

Hz. Musa’ya ihanet ettiğiniz gibi bize de ihanet ettiniz…

Biz Musa’nın dostlarıyız…

Siz Calud’un, Hitler’in dostu oldunuz!

Siz Musa’nın çocuğu olamazsınız!

 

Ne zaman uslanacaksınız ey israiloğulları?

Fahişelerin peşinden, kan emicilerin, vurguncuların peşinden ne zaman ayrılacaksınız?

Duvarları yüksek şehrin çocukları, yurdunuzu kendi hapishaneleriniz yaptığınızın farkında mısınız?

Kaçın oradan ey %5 bile kalsanız onurlu, insaf ve vicdan sahipleri!

Çünkü Allah’ın gazabının size ulaşmasına az kaldı…

Ey Rabbiler, yakında israili vuracak o ateş konusunda size verilen habere kulak verin ve uyarın halkınızı.

Ey kadınlar, çocuklar, yaşlılar kaçın oradan kaçın!

Cehennemi andıran bir ateş topu size doğru gelmekte…

 

“İçinizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden sizi de helak edecek” bu ateş…

 

Ey Samiri, bu sana bir merhamet uyarısıdır…

Biz söz verdik: Bir kavme olan düşmanlığımız bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmeyecek…

israil halkı, Samirilerin cinayetlerine karşı bu kadar sessiz kalırsa, ateş onlara da dokunur…

 

BİZ, ÂHİR ZAMAN PEYGAMBERİNİN ÜMMETİYİZ…

Zor zamanda yaşıyoruz…

Biliriz fitne zamanıdır.

Biliriz Allah bizi mallarımızdan, canlarımızdan sevdiklerimizden kimi zaman artırarak ve kimi zaman eksilterek bizi imtihan edecektir…

Ve biz biliriz ki her inişin bir çıkışı, her çıkışın bir inişi vardır.

Gündüz geceleri, geceler ise gündüzü kovalar…

Allah serveti ve iktidarı yeryüzünden dönüp dolaştırır ve hiç bir şey ebedi değildir Allahtan başka…

Ve yine biz biliriz ki zulm ile abad olunmaz.

Kemal, zeval işaretidir…

Ve bir gün sura üflendiğinde herkese yaptığının ve yapması gerekirken yapmadığının hesabı sorulacaktır…

Siz “Tanrıyı kıyamete zorlasanız da zorlamasanız da” hiçbir şey değişmeyecek.

O görür, bilir, duyar, hüküm sahibi ve mutlak iktidar sahibidir ve onun iktidarının ortağı da yoktur…

 

Ben hep düşünürdüm zamanın sonunda bu helak olacak kavim nasıl helak olacak diye…

Ey Samiri, bu gazabı hak etmeye mi çalışıyorsun…

Gece gündüz kendi sırtında kendi cehennemine odun taşıyorsun…

Apansız yakalanacak ve “ne oluyor” bile diyemeden, bir şimşeğin batışı gibi batacak, arkandan parlak bir ışık, gök gürültüsünü andıran bir ses ve büyük bir duman bulutu bırakıp yok olacaksın.

Yazık! Ağla ey İsrail!

Kavmin sana ihanet etti…

 

Selam ve dua ile…

Abdurrahman Dilipak – Haber Vakti

Düşünce içinde yayınlandı | Yorum bırakın

“BARBIE BEBEK” İLE MÜSLÜMAN BEBEK

Çocuklarımıza, özellikle de kız çocuklarımıza oyuncak alırken ne kadar şuurlu davranıyoruz?
Bu suali kendimize sormanın zamanı çoktan geldi, geçiyor bile!
Bu şiir nelere dikkat etmemiz konusunda çarpıcı bir örnek.
Şiiri yazan Dr.med. Şahîd Athar, halen Amerika’da yaşamakta olan, Pakistan kökenli bir Müslüman hekim kardeşimizdir. Amerika Birleşik Devletlerinde birçok İslâmî Sivil Toplum Örgütünde görev yapmış saygın bir zâttır. Ayrıntılı bilgi için
www.islamfortoday.com adresine bakabilirsiniz.
 
“BARBIE BEBEK” İLE MÜSLÜMAN BEBEK
 
Türkçe Yeniden Söyleyen:
Münib Engin Noyan

Dedi Barbie Bebek, Müslüman Bebeğe:
“Hoş geldin Amerika Birleşik Devletlerine!
Hür ve cesur/kahraman insanların ülkesine!
Bak keyfine!”

Dedi Müslüman Bebek, Barbie Bebeğe:
“Hür ve cesur/kahraman insanlar ve
‘Keyfine bak!’ demekten kastın ne?”

Dedi Barbie Bebek Müslüman Bebeğe:
“Bize göre ‘hür’ olmak,
şu sıkıcı kıyafetlerden, Allah’tan ve insanlardan
kurtulmuş olmak demek;
Kendi hayat tarzını,
erkek ya da dişi kendi arkadaşını
dilediğince seçebilmek demek.
‘Cesaret/kahramanlık,
uyuşturucu/uyarıcı haplar,
alkol ve seks konusunda
değişik tecrübeler yaşamak demek.
‘Keyif’ ise
flört etmek, dans etmek, içki içmek
ve seni mutlu eden her konuda
kafana göre takılmak demek!

Dedi Müslüman Bebek, Barbie Bebeğe:
“Doğrusu pek şaşırdım buna!
Bizim için ‘hür’ olmak
Özgürce konuşmak
Özgürce düşünmek
Ve Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a, celle celâluhu,
özgürce kulluk etmek demek!
Sen gerçekten ‘hür’ müsün?
Bizim için “cesaret/kahramanlık”
Şeytanın ayartmalarına,
şehvetin çağrısına
ve nefrete karşı
mücâdele etmek demek!
Sen “cesur/kahraman” mısın?
Bizim için “keyif”
Hayatın sunduğu güzelliklerin tadını
Dostlarımız, ailemizle ve tabiatla uyum içinde çıkartmak demek
Yalnızca Ken(1) ile birlikte değil!

Dedi Barbie Bebek, Müslüman Bebeğe:
Bunların hepsi de güzel değerler; ancak
Onları bizimle birlikte yaşadıkça unutursun
Bizimle birlikte yaşadıkça eriyip gider onlar
Bizden biri olursun sen de
Senin de bir Ken’in olur
Yaşadıkça bizimle birlikte!

Dedi Müslüman Bebek, Barbie Bebeğe
Biz kulluk etmeyiz asla sizin kulluk ettiklerinize
Siz de kulluk etmezsiniz asla
Bizim kulluk ettiğimize
Sizin dininiz/hayat tarzınız size
Bizim dinimiz/hayat tarzımız bize!

Şahîd Athar
(1) Ken, Barbie Bebek’in, deyim yerindeyse ve magazin “jargonu” ile “uzatmalı erkek arkadaşı”(!)dır.
Şiirler içinde yayınlandı | Yorum bırakın

MNG/MONO SODYUM GLUTAMAT

MSG adında bir yiyecek katkı maddesi var.
MONO SODYUM GLUTAMAT
Yiyeceklere katıldığında, o yiyeceğin tadının beyin tarafından güzel olarak algılanmasını sağlıyor.
Tatlı, tuzlu, acı fark etmiyor.
Hangi yiyeceğe katılırsa lezzetliymiş gibi geliyor. O yüzden gıda üreticilerinin birçoğu MSG’yi karlı olduğu için kullanıyorlar.
MSG ZARARLI MI?
Buna okuduktan sonra siz karar verin.
Bu madde Nörotoksin. Sinir hücrelerine zarar veriyor. Merkezi sinir sistemi tahribatı ve buna bağlı olarak;

ALZHEİMER

PARKİNSON

HUNTİNGTON hastalıkları

SARA (Epilepsi), Retinal dejenerasyon (Göz retina tabakası hasarı)

Yağ birikimi

Doyma mekanizmasında bozukluk

Obezite

Büyüme hormonu baskılanması
Pankreas hasarı, insülinde artış ve buna bağlı diyabet
Böbrek ve karaciğerde ciddi hasarlar
Bu madde hamilelerde plasenta bariyerini geçebiliyor, anne karnındaki bebek de aynı tahribatlara maruz kalıyor.
 
Özellikle çocuklarımızın hatta büyüklerin de çok severek yediği CİPS’lerde çok kullanılmakta. Hazır köfte harçları, Et suyu tabletleri, Hazır çorbalar, Dondurmalar, renkli yoğurtlar ve benzeri birçok üründe var.
 

Şimdi diyeceksiniz ki, “Madem bunca zararı var, neden kullanıyorlar?”
Küreselleşen dünyada, ticaret de küreselleşti. Küresel ticaret devleri insaf, merhamet gibi duygularla asla çalışmaz. Onların amacı çok kâr etmek, çok daha büyümektir.
Bu mamuller, albenisi olan renklerde ve janjanlı ambalajlarda sunulur. Televizyon, gazete ve duvar reklamlarında onlara sıkça rastlarsınız. Sadece maddesel tadıyla değil, görsel yollar ile de beyinlerimize kazınır adeta. Basit bir hesap yaparsak, ucuz zannedilen bu ürünleri çok pahalıya tükettiğimizi görürüz. Mesela Cips.
Semt pazarlarında 3 kg. patatesi 1 tl. ye alabilirsiniz. Oysaki 50 gram CİPS 1 liradır. Yani 1 kg . Cipsi, 20 tl.den tükettiğimizin farkında bile değiliz. Olumsuz etkileri de cabası.
Ya bu mamulleri üretenler!
Kendi ürettiklerini asla yemezler, içmezler. Onların gıdaları organik ve doğaldır.
Son zamanlarda organik tarım yapan çok güçlü özel şirketler türedi, burada itina ile yetiştirilen ürünleri semt pazarlarında göreniniz var mı? Ben henüz rastlamadım.
Gelelim genel sağlık boyutuna;

Son 25 yıla dikkatle göz atacak olursak, çocuk yaşta diyaliz cihazına bağlı yaşamaya mahkûm edilenler, çok küçük yaşta şeker hastalığı ile tanışan çocuklar, obez çocuklar, asabi çocuklar, 9–10 yaşında buluğ çağına girenler, çeşitli nedenlerle engelli doğanlar ve bu sayının
ülke nüfusunun % 12’sine çıkması ve benzerleri.
Ve sizlerin de aklınıza gelebilen yeni hastalıklar.
Hastalıkları üretenler, ilaçlarını da ihmal etmediler. Bu da madalyonun diğer kârlı yüzüdür.
 

Karbondioksitli meşrubatlardan, sakıncalı hazır gıdalara varana kadar birçok yerde çeşitli uyarılar yazıldı, çizildi. Durumun ciddiyetini anlayabilenimiz var mı?
Bu sorunun cevabı, tüketim miktarıdır.
Şimdiki eğitim sistemimiz endüstri, tarım, genel kültür alanında yetersiz kaldığından, yeni nesiller tehlikenin farkında değildirler.
Emperyalist devletler, egemen olmak istedikleri toplumun eğitimli olmasını istemezler. Onlar için önemli olan kendi halkları ve elde edeceği yeni sömürü kaynaklarıdır.
Her yıl eskiyen, yaşam kaynakları azalan, küresel ısınma ile kuraklık tehlikesi yaklaşan bir dünyada,
Küresel güç olan emperyalist devletlerin acımasızlığının arttığı bir dünyada,
Dengelerin ve haritaların değiştirilmek istendiği bir dünyada yaşadığımızı asla unutmamalıyız.
 

Dünyanın en güzel coğrafyasında yaşadığımızı da asla unutmamalıyız.
Gelin bu güzelim yurdumuza hep beraber sahip çıkalım.
YARIN ÇOK GEÇ OLMADAN!

Yiyecek ve içecek içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Hugo Chavez

Mazlumder, Hugo Chavez`e teşekkür etti.

Mazlumder, İsrail`in diplomatik temsilcilerini ülkesinden sınır dışı eden Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez`e bir basın açıklamasıyla teşekkür etti.

MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanı Ayhan Küçük yaptığı açıklamada, `Sayın Hugo Chavez, İsrail işgali ve soykırımı karşısında en somut adımı atarak binlerce kilometre uzaklıktaki Venezüella`dan bile mevcut durumun doğru bir okumasının yapılabileceğini göstermiştir. Hugo Chavez, bu o­nurlu çıkışı ile hem vicdan sahibi bir lider olduğunu, hem de İsrail ve ABD karşısında dik durabilecek kadar güçlü ve bağımsız bir ülkesi olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye`de yaşayan insanlar olarak bizler de ülkemizde bulunan İsrail konsolosluk, büyükelçilik ve temsilciliklerinin kapatılmasını, burada çalışanların sınır dışı edilmesini, İsrail ile yapılan ikili antlaşmaların feshedilmesini, Konya`dan kalkan İsrail uçaklarına da DUR denilmesini istiyoruz` dedi.

Açıklamanın ardından Ayhan Küçük ve MAZLUMDER İstanbul Şube Yönetim Kurulu üyeleri Venezüella 2. Konsolosu Nancy Josefina UNDA de GONZÁLEZ`e Hugo Chavez`e ulaştırılmak üzere bir teşekkür mektubu verdiler.

Haberler ve politika içinde yayınlandı | Yorum bırakın

ANTİSEMİTİZMİN GÜNCEL TANIMI

Bir Hatırlatma:
BİZ ANTİSEMİNİST DEĞİL ANTİSİYONİSTİZ.

ALLAH KATINDA HAK VE HAKİKAT İSLAM’DIR. HAKK VE HAKİKATE KARŞI OLAN HER SİSTEME KARŞIYIZ.
LANETLİ KAVİM YOKTUR, LANETLİ MANTIK VARDIR.
SİYONİST MANTIĞINDAKİ HERKESE KARŞIYIZ.

İNNEME’L-MÜ’MİNÎNE IHVETUN!

 

Musevi Cemaati Türkiye Hahambaşılığı’nın internet sitesinde yer alan bu belgeyi yoruma açık bir şekilde dikkatlerinize arz ediyorum!

 

ANTİSEMİTİZMİN GÜNCEL TANIMI

Bu doküman antisemitizm içeren olaylar ile ilgili veri toplamada, teşhis etmede ve konu ile ilgili mevzuatın yürürlüğe konulup uygulanmasına yardımcı bir kılavuz oluşturmak amacıyla hazırlanmıştır.

Geçerli tanım: “Antisemitizm, Yahudilerin kendilerine yönelik nefret olarak da ifade edebilecekleri belirli bir anlayış biçimidir. Bunun sözlü ve fiziksel oluşumları ise Yahudi olan veya olmayan şahıslara ve/veya mülklerine, Yahudi cemaati kuruluşlarına ve dini etkinliklerine yöneltilmektedir”.

Bunun yanı sıra, bu tür tezahürler bir Yahudi topluluğu olarak algılanan İsrail Devleti’ni de hedef alabilir. Antisemitizm genellikle Yahudileri “kötüye giden şeylerin” nedenini açıklamada ve sıklıkla da insanlığa kötülük etmek adına komplolar kurmakla suçlamalarda kullanılır. Konuşmalar, yazılar, görsel betimlemeler ve eylemlerde, olumsuz ve uğursuz stereotip ve fesat karakter özelliklerinde dile getirilir.

Antisemitizm genel bağlamda dikkate alındığında, sosyal yaşam, medya, okullar, işyerleri ve dini alanlardaki örnekleri bunlarla sınırlı kalmamakla birlikte, şunları kapsar:

  • Radikal bir ideoloji veya köktenci din adına Yahudilere zarar vermeyi veya öldürmeyi mazur göstermeye çalışmak veya bunlar için yardım çağrısında bulunmak.
  • Yahudilerin veya Yahudilerin kolektif gücü hakkında asılsız, insanlık dışı, şeytansı stereotip suçlamalarda bulunmak; onların ekonomi, medya, hükümet ve diğer sosyal kurumların denetimlerini ellerinde bulundurmaları veya dünya Yahudi komplosu efsanesi (Yahudilerin dünyayı yönettiği gibi..).
  • Tüm Yahudileri, tek bir şahıs veya bir grup tarafından işlenmiş veya işlendiği varsayılan bir hata yüzünden ve hatta Yahudi olmayan gruplar tarafından yapılan eylemler için dahi sorumlu tutmak ve suçlamak.
  • İkinci Dünya Savaşı sırasında Nasyonal Sosyalist Almanya, onların destekçileri ve suç ortakları tarafından Yahudilere uygulanan katliam (Yahudi soykırımı) olgusunu, bu katliamın kapsamını, mekanizmalarını (gaz odaları gibi) ve kasıtlılığını inkâr etmek.
  • İsrail Devleti’ni ve Yahudileri, Yahudi soykırımını abartmakla ve hatta uydurmakla suçlamak.
  • Yahudileri, dünya genelindeki Yahudilerin iddia edilen önceliklerine ve İsrail Devleti’ne daha sadık olmak ve birer vatandaş olarak bunları kendi uluslarının çıkarlarının önünde tutmakla suçlamak.
  • Genel durum İsrail devleti ile birlikte göz önüne alındığında, antisemitizmin kendini ortaya koyduğu örnekler şu şekilde sıralanabilir:
  • İsrail Devleti’nin mevcudiyetinin ırkçı bir çaba olduğu iddiasında bulunmak gibi Yahudi halkının kendi geleceğini kendisinin tayin etme hakkı olduğunu inkâr etmek.
  • Başka herhangi bir demokratik ülkeden talep edilmeyen ve yapılması beklenmeyen bir davranış ve tutumu kendilerinden talep ederek çifte standart uygulamak.
  • İsrail’i ve İsraillileri tanımlamak için, İsa’yı Yahudilerin öldürdüğü veya kan iftirası (Yahudilerin hamursuz imalatına Hıristiyan kanı kattığı gibi asılsız bir iddia) gibi klasik antisemitizm ile bağlantılı semboller ve imgeler kullanmak.
  • Günümüz İsrail politikası ile Nazilerin politikası arasında benzerlikler kurmak.
  • Tüm Yahudileri toplu olarak İsrail Devleti’nin eylemlerinden sorumlu tutmak.
  • Tabiidir ki, diğer ülkelere yapılan oranda İsrail’e de yapılan eleştiriler antisemitizm olarak değerlendirilemez.
  • Antisemitizm içeren hareketler, yasalarla tanımlandığında, suç kapsamına girer (örneğin,
  • Yahudi soykırımının inkârı veya bazı ülkelerde dağıtılan antisemitizm içeren materyaller).
  • Saldırıların hedefi, ister insanlar isterse binalar, okullar, işyerleri ve mezarlıklar gibi mülkler olsun, eğer Yahudilerin kendileri veya onlarla bağlantılı olduğu düşünülüyor ve buna göre belirleniyorsa, o takdirde bu suç kapsamındaki eylemler Yahudi düşmanlığı olarak nitelendirilir.
  • Yahudi düşmanlığı ve ayrımcılığı diğer insanlara sağlanan hizmetlerin ve tanınan fırsatların Yahudilere sağlanmasını inkâr etmek demektir ve birçok ülkede yasadışıdır.

HABERE ULAŞMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYABİLİRSİNİZ:

http://www.musevicemaati.com/index.php?contentId=80&mid=40

Haberler ve politika içinde yayınlandı | Yorum bırakın